SEVİLLANAS
Otobüsteki herkes birbirini ve beni andırıyordu. Henüz sekiz yaşımdaydım ama 12 yaşımdaki, 24 yaşımdaki, 42 yaşımdaki, 65 yaşımdaki halimle; bu da yetmezmiş gibi o yaşlardaki bıyıklı, sakallı, gözlüklü, başörtülü, sarıya boyanmış saçlı, kel, kıvırcık halimle yolculuk ediyordum. Hangi yaş kuşağında nasıl olacağımı ya da kadın olsam nasıl olacağımı çok rahat görüyordum. Hayatımın olabilecek bütün kombinasyonları ile yolculuk etmemden daha korkunç bişey daha varsa o da hepsini en şık kıyafeti içinde görmekti. Gelecekteki durumum gerçekten vahimdi...
Bir otobüs dolusu akraba olarak birbirimizi andıra andıra, birbirimize benzeye benzeye Sanayii Mahallesi’ne doğru, erkek tarafı olmanın gururuyla gidiyorduk. Otobüste bana en çok benzeyen kişi olan abimle ise birbirimizi daha çok andıralım diye aynı kıyafetleri giymiştik. Keten şort, kısa kollu gömlek, havlu çorap, beyaz sandalet... Annemin ve babamın kucağında elimizde Yedigün’lerle gidiyorduk. İkimiz de hiç bitmesin diye içmiyor, sadece dilimizle şişenin ağzını tıkayıp şişeyi havaya kaldırıyorduk. Ben koridor tarafında annemin kucağındaydım. Yedigünü dikerken, bir yandan da öndeki koltuğun arkasındaki metal kültablasına bakıyordum. Kafamı ileri geri hareket ettirerek kültablasında uzayıp yamulan görüntüme bakıyordum. Babamın kültablasını açması ile mini eğlencem son bulmuştu. Gömleğinin cebindeki, jelâtinine kimliğini koyduğu Maltepe’yi çıkarıp yaktı. 29 yaşındaydı, kendisini bildim bileli sigara içerdi. Keyfi yerinde olduğunda yaptığı şeyi yine yaptı. Kucağındaki abime “eğ kafanı” dedi. Sigarasından derin bir nefes alıp, yine kendisinin kestiği abimin üç numara saçlarına dudaklarını dayadı ve üfledi, sonra hemen çekti dudaklarını. Abimin kafasından tüten dumana her zamanki gibi büyük bir coşkuyla güldük. Sanki kafası yanıyormuş gibi oluyordu. Aşırı güldüğüm ilk espri buydu sanırım. Abim halen tüten kafasıyla “Baağaaa Umut’a da yap. Baaağaa nolur bağaaaa...” dedi. Zevkle sıramı beklerken, annemin müdahalesiyle eğlencemiz kesildi. Yeni yıkanmıştık çünkü. Yedigün şişesinin dibindeki resimlere baktım. O zamanlar hastası olduğum iki kadından biri olan plaj topu tutan kadın figürüne uzun uzun baktım. Diğeri ise annemin çalıştığı parizyen fabrikasından getirdiği çorapların ambalajındaki bacaklı kadındı. Ben resime dalmışken yan koltuktan başka bi kadının bana baktığını farkettim.
Ben hayallerimdeki kadına bakarken, 65 yaşındaki başörtülü halim bana sevgiyle gülümsüyordu. Korktum. “Zayii etme yavrım. Ver ben içeyim, içim yandı” dedi elimdeki şişeyi gösterirek. Anneme baktım. Başıyla onayladı. 65 yaşındaki başörtülü halim, kocaman kalın elleriyle hayalimdeki kadını tutarak şişeyi kafayı dikti, geğirdi... “İçme bunu. Boya hep bunlar, boya” dedi, bitmiş şişeyi verirken.
Nihayet salona geldik. Bize pisti görmeyen, kolon arkası masa düştü. Annem huysuzlandı, söylendi. Babama çok parlak kafa derisi olan, benim 39 yaşındaki kel halim başparmağını ağzına götürerek içme işareti yaptı. Babam kalktı adamın peşinden gitti.
Biz de abimle salonda gezmeye başladık. Kız tarafı düğüne pek rağbet etmemişti. Yine de bu kadar çok mavi gözlü insanı bir arada görmemiştim. Ne mutsuz bir düğündü. Herkesin suratı asıktı. Babamın yazın çalıştığı gazinodan piyanist arkadaşı, iki katlı piyanonun başındaydı. Abim ile babamın sarışın arkadaşının seyrek ama kabarık sarı saçlarına uzun uzun baktık. Saç vardı ama yok gibiydi. Saçın içinden, arkadaki duvar, renkli bir filtre takılmış gibi gözüküyordu. Görüş alanını kapatmayan saçları üzerine vuran ışığın rengine göre saçının rengi değiştiriyordu.
Piyanist, Türk filmlerinde gördüğümüz kristal şişedeki ılık viskiyle aynı hissi uyandırıyordu bende. Kafasına yeşil, mavi, kırmızı ışık vuran sarışın, sarı bıyıklı piyanist, sanki o kristal viski şişesi ve ya büyük kristal bir emlakçı kültablasıyla aynı fabrikadan imal edilmişti. Piyanistten yayılan o ılık, mutsuz his bütün düğüne sinmişti.
Bu düğünden beklenen nihayet oldu. Gelinin çirkin, ama yaptırılmış saçlı arkadaşı annemlerin yanına koşarak geldi ve “gelin ağlıyor” dedi. Annem ve diğer kadınlar gelinin yanına koştu. Abimle bizi gelin odasına almadılar. Gelinin papyonlu gri takımlı, biz yaşlardaki kardeşi büyük bir ciddiyetle odadan çıktı. Bize baktı. Adam gibi çocuktu. Tavırları da, yüzü de, gri takımı da bir adamı andırıyordu. Şortlarımız süveterlerimizle bebe gibi kalmıştık yaşıtımızın karşısında. Uzun bi süre bakıştık… Konuşacak bişey bulamayınca hemen saldırdı bize. “Sktirin lan buradan, dalaaaağnı sktiklerim” dedi. Ne olduğunu anlayamadan benim süveterden çekiştirmeye başladı. Kudretli ellerinden kurtulup kaçtım. Biraz uzakta durup baktım. Adam gibi çocuk, Abime saldırıyordu. Dönen tekme atmaya filan çalışıyordu. Kavgada figüre girmişti, belli ki “ben bunu havada karada yerim” rahatlığı içerisindeydi… Abim de bir yandan gelen atakları engellemeye çalışırken, bir yandan da daha demin, adam gibi çocuktan yeni gördüğü dönen tekmeleri, yerden süpürme hareketlerini taklit etmeye çalışıyordu. Gerçekten rezil bir kavgaydı. Adam gibi çocuğun kavgasını, evli barklı adamlar ayırdı. O kendisini sakinleştiren adamlarla giderken, abim yanıma geldi. “Ne kaçıyosun lan” dedi. Sustum.
Salonda gezmeye devam ettik. Sahnenin kenarına oturup ışıktan iyice terlemiş olan piyanistin terli sırtına baktık. Bir yandan ensesindeki terini siliyor, bir yandan kadehindeki içkisini içiyor, bir yandan şarkıyı söylüyor, bir yandan da yerdeki siyah metal tefini ulaşılır bi yere kaldırıyordu. Sanatını icra ederken bu kadar çok şeyi yapması ise bizi hiç şaşırtmıyordu. Çünkü biz kendisini daha önce babamın çalıştığı gazinoya, gündüz personel yemeği yemeye giderken de görmüş, çok defalar sahnede izlemiştik. Aynı Rıza Silahlıpoda gibi burnuyla piyano çalma çalışmaları yaparken izlemiş insanlardık. Bi türlü tam beceremediği için gece sahnede hiç denememişti burnuyla tuşlara basmayı ama bizce çok iyiydi.
Pasta gelmemişti hâlâ... Sahnedeki çelenklerden çiçek koparıp sapını dişleyerek oturuyorduk. Pasta gelene kadar çiçeğin balını emmeye çalışıyorduk, resmen tatlı krizine girmiştik. Babam geldi, cebinden para çıkarıp “gidin, dışarıda bakkal var, litrelik kola alın gelin” dedi. Koşarak gittik geldik. Babam litrelik kolayı alıp “gelin kola için” diyerek bizi arkadaki bi odaya götürdü. Damat ve diğer bütün erkek akrabalar ile oturmuşlardı. Biz ellerimizdeki çiçekleri bırakmadan damadın elini öperken babam kolalarımızı çoktan pet bardaklara koymuştu bile. Babamı ilk defa kola içerken görüyorduk. Abim dayanamayıp “baaağaa kola mı içiyorsun bağaaa” diye sordu. Evet, al sen iç diyip elindeki bardağı verdi. Abim koladan bi fırt alıp yere tükürdü. Kolanın içinde cin varmış. Bütün oda, dizlerimize vurarak güldük bu olay karşısında. Abim de güldü.
Damadın babası tarafından zorla, büyük kavgalar sonunda evlendirildiği biliniyordu. Başka bi konuştuğu olduğunu duymuştuk, düğün gününe kadar başkasıyla evlenemeyeceğini söylüyormuş. Ama elinde pet bardakla abimin ağzının yanmasına gülerken ki keyfi eşekte yoktu. Gönülden yaralı bi insana hiç yakışmayacak bu şuh kahkahalar, damada karşı duyduğum buruk hissi tekrar gözden geçirmeme neden oldu. 24 adam damat çağırılana kadar hep beraber oturup cin ve sigara içti. Damat gidince, babam gelin odasına gitmemizi annemden aldıkları küçük altını alıp ona getirmemizi söyledi. Gelin odasına doğru yürürken abim “gelinin kardeşi saldırırsa sakın kaçma, sen de gir” dedi bana. Sadece savunma amaçlı kullanacağımıza yemin ettiğimiz dönen tekmeleri gelinin kardeşine savuracakmışız gibi kararlı adımlarla gelin odasına doğru yürüdük. Görünürde yoktu. Çok rahat, hiç sorun çıkmadan girdik gelin odasına. Annem ve 4 kadın gelinin yanında oturmuş bir yandan ağlıyor bir yandan da sigara içiyordu. Hepsinin gözleri çok şişmişti. Sadece morali bozulunca sigara içme bağımlılığı sanırım bir tek annelere özgü bi şey… Sigara içen, şişmiş gözlü annemin yanına gittim. Az önce ağlamış gelin sanki ona getirmişim gibi elimdeki emdiğim çiçeği alıp ağlayarak bana sarıldı, öptü. Simli, terli, soğuk gelin sırtına elim değdi. Gelinden ve sırtından kurtularak annemden altını istedim. Çantasından çıkarıp verdi. Abim plastik, üzeri yaldızlı, beyaz kuyumcu kutusunu açıp, kontrol için baktı… Ben de baktım. Pamuk üstünde nasıl da kuzu gibi yatıyordu milyarlık ziynet… Odadan çıktık. Gelinin papyonlu kardeşi yanımızdan hızla ve büyük bi ciddiyetle geçti. Bir işi halletmeye gidiyordu galiba. Bizimle dalaşmadığı için çok mutlu olduk. Mutlu mutlu yürürken birden sırtıma yediğim bi tekmeyle yere düştüm. Gelinin kardeşiydi bu. Tam dönen tekme atacakken abim koştu sırtına sarıldı yere düştüler. Yerde debeleniyorlardı. Tam girsem mi kaçsam mı diye düşünürken babam geldi koşarak. Bi abime bi de çocuğa vurdu. Gelin’in kardeşi köseleleriyle koşarak kaçtı. “Altın nerde lan” dedi. Cebimden çıkarıp verdim, bi tane de bana vurdu. “Bağaaaaaaa baaaaaaağaaa vurma bağaaaaaaaaaa!” diye çok ağlayarak bacağına sarıldım. Altını cebine koyup “iki dakka bırakmaya gelmiyorsunuz” diye kızdı bize. Bacağını bıraktım, baldırına sümüğüm bulaşmıştı. Fark etmedi, söylemedim. Zira bekleyecek vaktimiz yoktu, hep beraber içerdeki bize tahsis edilmiş olan masamıza doğru hızla gittik.
Işıklar karardı, müzik değişti. Damat ve gelin salona giriyordu. Tüm davetliler ayağa kalkıp, içeri giren gelinle damadı alkışladık. Onların arkasından Gelinin kardeşi, hemen ardında ise annem ve diğer kadınlar geliyordu. Abimle şımararak, birbirimize çok yakından bağırarak, çığlık atarak, delicesine alkışlıyorduk. Ne bu, ne de hiçbir izdivaç umurumuzda bile değildi, biz işin alkışındaydık…
Dans edildi, nihayet pasta kesildi. Gergin, pasta dağıtım bekleyişinden sonra garsonlar masamıza geldiler. Bize bir tabak pasta ve 2 limonata bıraktılar. Ama dört kişiydik. Annem garsondan bi pasta daha istedi. “valla abla pastalar kısıtlı... Yetmez her masaya 2–3 tane bırakırsam” dedi. Biz ortak pastayı abimle yerken, babam geldi. Annem zaten önümüzdeki kolona sinirliydi, hemen anlattı pasta sorununu. Babam “nasıl vermiyorlarmış, gidip alayım ben” diyip garsonlarla konuşmaya gitti. 15 dakika sonra elinde yarım bardak limonata ile geldi. Yürürken baldırındaki sümüğüm parlayıp sönüyordu. “Alın bunu paylaşın” diyip, sümüğümü parlata parlata pistteki takı sırasına girmeye gitti.
Takıdan sonra terli piyanistin potborisiyle davetliler coştu. Abimle anlamsız biçimde pistte bi oyana bi bu yana koştuk. Abim koşarken, yerde çamaşır yıkama figürü yapan bir davetliye takılıp düştü. Bu kaza bizi masaya mahkûm etti. Koşmamız yasaklandı. Düğün bitene kadar masadan olan biteni izledik. Düğün bitmek üzereydi. Abim babamın getirdiği yarım limonatanın yanına kapaklanmış masada uyuyordu. Kafamı masaya dayayıp yarım limonatananın arkasında uyuyan abime baktım. Sabah Yedigün şişesinin üzerinde plaj topu tutan hayatımın kadınına bakıyordum, şimdi yarım limonatanın altındaki abime bakıyordum. Geleneği bozmayarak yine bir düğünde, masada uyuyordum
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder