10 Temmuz 2014 Perşembe

Kinyas ve Kayra


Kitabın absürd bir hikayesi var. Evlerinden kaçmış , Güney Amerikada ve dünyanın başka başka yerlerinde uyuşturucu işlerine bulaşmış,cinayet işlemiş, türlü kötülüklere bulaşmış iki arkadaşın hikayesi. Ancak tabi ki bu maceralar bir fon olarak kullanılıyor kitapta. Sürekli bir sorgulama, eleştirme tarzı var kitabın. Bu açıdan ben iki kitaba benzettim. Bir tanesi dövüş kulübü ve klasik Chuck Palahniuk tarzı. Kötü karakterler, insanın kötü olması halleri açısından.. Bir de tutunamayanlar'a. Dışarıdan görünenle aslında içimizde olanların arasından kocaaa boşluğu işaret etmesi açısından.

Kitabın ilk bölümü fazla akıcı olmayan, insanı boğan, tekrarlardan oluşan bir bölüm. Ancak 2. kitapta hikayenin akıcılığı artıyor, 3.bölümde en keyifli okumayı yapıyorsunuz.


Postmodern bir roman diyebiliriz Kinyas ve Kayra için. Modern insanın sıkıntıları, varoluşun sıklıkla sorgulanması var kitapta :
"Aslında beni öldürmesini çok istiyordum ama söyleyemiyordum. Onun anlamasını bekliyordum...İntihar nefsi müdafaydı. Ama bunu başka birisinin yapması çok daha asildi."
Kitapta ilginç tespitler de var. Ben kitabın en çok bu -bence- biraz ayarsız kaçmış, kara mizaha yakın bulduğum batıyı, ahlak kavramını ve diğer başka kavramları acımasızca eleştirdiği bölümleri beğendim.
"Sosyal devlet dedikleri, bana kalırsa Gestapo düzeninden başka bir şey olmayan sistemleri, sokakta biri düştüğünde ambulans gelene kadar, yere yatanın kendileri olmadığı için şükretmelerinden ibarettir. Arap hiçbir sakınca görmeden hiç tanımadığı, kendinden geçmiş yerde yatan bir adamı sırtlayıp en yakın hastaneye koştururken Avrupa insanı aynı adama, adını  yeni öğrendiği bininci mikrobu kapmamak için bir metreden fazla yaklaşmaz bile. Çünkü Avrupalıların altına yapacak kadar korkması için bir şeyin ismini bilmesi yeter. İsimsiz canavarlar sadece Arap'ı korkutur. Herkesin kendine göre bir paranoyası var. İklimden, saç renklerinden, el parmak uzunluklarından ya da her neden kaynaklanıyorsa! Herkesin tercih ettiği bir ölüm var.
Her neyse zaten üzerinde yaşadıkları çirkin kara parçasna sıkışmış, birbirini yiyen, Ortaçağ'dan beri gelen eş değiştirerek yaptıkları salon danslarından grup sekse kadar ahlak anlayışlarını değiştirmemiş Avrupalıları hayatımın geri kalan kısmında da çok iyi tanıma fırsatım oldu.
"Bazı meslekler insanı şizofrenliğe iter. Gardiyanlık, polislik, askerlik, politikacılık... O kadar zordur ki, yapılan işi hayattan ayırmak. Kişinin karakterinden söküp atabilmesi. Hele çalışma saatleri sonunda gündelik hayata maruz kalmaları, otoritesiz, üniformasız. Delirmelerine nedendir bütün bunlar. "
Faşizm, sosyalizm, dinler üzerinden insanı, insanın güvenilmez tabiatını,ikiyüzlülüğünü eleştiriyor yazar, yine acımasıza meyilli bir şekilde.
"Dünya üzerinde faşistin ne kadar iğrenç bir tarihçesi varsa, komünistin de o kadar saf, kötü bir geçmişi vardır. Ne de olsa ikisini de insan icat etmiştir. Hele günümüz kapitalizminin patronu Yahudilerin de Hıristiyanlar kadar ikiyüzlü darı gibi her yerde biren yaratıklar oldukları anlaşılabilir. Eğer geçmeseydi Kuranıkerim'in üstünden onlarca kuşak, ben inanırdım yazılanların hepsine. Ama inanmıyorum o onlarca kuşağın dürüstlüğüne. Çünkü insanı tanıyorum. Çünkü kendimi tanıyorum. Canı öyle çektiği için duaları değiştirecek her dinden kuşaklar tanıyorum. İnsan dokunduğu her şeyi kirletmiştir bugüne kadar. Dinin kendini bundan koruması o kadar uzak ihtimal ki! Kimse gelip anlatmasın bana insanın iyiliği, din kitaplarını. Ben sadece mucizeleri kabul ederim. Onlara inanmak, insan zekasının kötü tarafından çıktığı belli olan yazılara inanmaktan daha kolay. Kızıldeniz'in yarıldığına, gerektiğinde kadının dövülebileceğin daha çok inanıyorum. Çünkü mucize bana daha temiz geliyor. Ne birinin çıkarına, ne de bir başkasının zararına binlerce yıl önce bir denizin yarılmış olması. Ya da bir mağara girişinin örümcek ağıyla kapatılması.
Ama o, Adam Smith'in ekonomi için söylediği ancak bu konuya da uyan "gizli eli" öyle bir hissediyorum ki dört kadınla aynı yatakta." sy.115
Kitapta üzeri çizilen başka bir konu da sanatın aslında hayatın ta kendisi olması:
"Hiçbir şey yapmadan da santçı olunur. Hiçbir şey üretmeden. Sadece hayatı bir sanat haline getirerek de sanatçı olunur" Sy.143
Birçok insanın içinde kendini bilmesiyle beraber içinde boğulduğu "ne yapmak istiyorum" soruları da gündeminde bu kitabın :

"Ne yapmak istediğini bilmiyorsan, ne yapmamak istediğini düşün" demeye çalıştım kendime uzun yıllar boyunca. Böylece ihtimalleri eleyerek bir ideal, bir amaç bulabilirdim. Hatta hayatın ne anlama geldiğini bulur, sözlüklere geçmesini sağlardım." Sy.154
İnsanları yargılamanın gereksizliği ve anlamsızlığı üzerine güzel bir bölüm :

"Önce bilgiyle sonra düşünmeyle gelen, insanın kendini üstün görmesi, diğer bütün konuşan yaratıkları ilk bakışta yargılaması belli bir yaşa kadar devam eder. Sonra bir gün fark edilir hiçbir canlının anlaşılabilecek kadar basit olmadığı. İçine kapanık bir çocuğun sınıf arkadaşlarını pompalı tüfekle katlettiğini okursun gazetede. Orta yaşlardaki başarılı mühendisin bir çocuk gibi evinden, ailesinden kaçtığına tanık olursun. Yargılar isabetsiz hale gelir. Çözdüğünü ya da uyanışından yatağına dönüşüne kadar bir gün boyunca neler yaptığını tahmin ettiğini sandığın insanları aslında ne kadar az tanıdığını fark edersin. Ve yıllarca sadece kendini çift hatta daha fazla sayıda hayat sahibi gördüğünden, şaşırırsın bir benzerini başkalarının da yapabilmesine" sy. 178
Yine insan üzerine..
"Fernand'ı düşündükçe, insanoğlunun entrika kavramına ne kadar tutkun olduğunu anlıyordum. En temiz ve en basit işleri bile ne kadar karmaşık hale getirebileceğini." sy.273







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder