21 Ağustos 2013 Çarşamba

Benim adım kırmızı - Tatsız dili ile sıkan bir roman

Orhan Pamuk'un bu çok sevilen, çok satan, ödüllü polisiye tarzındaki romanı tarihi bir zeminde kurgulanıyor ve osmanlı dönemindeki nakkaşlığa da yer veriyor.


Kitabın temel hikayesi, bir katilin işlediği cinayetler,sebepleri ve tabi ki beklendiği üzere finalde katilin bulunması olarak özetlenebilir. Polisiye tarzdaki bu temel hikayeye eşlik eden yan hikayeler ise çok çeşitli; osmanlıda nakkaşlık ve resime bakış, kahvehane kültürü, dönemin İstanbul'u ve saray, nakkaşlıkla ilgili bilinen ne kadar hikaye varsa hepsi, aşk, (osmanlıda) usta/çırak ilişkileri ve oğlancılık.


Osmanlıda nakkaşlık ve resim ilgi çekici bir dram konusu aslında. İslam dininde batı tarzında, gerçeğe birebir benzeyen, adeta yeniden yaratmak şeklinde resim yapmak yasak ve günah. Romanda bahsedildiğine göre, o dönemde padişahlarca ya da önde gelen kişilerce hazırlatılan kitaplara hikayeler nakşediliyor, minyatür tarzında, perspektifsiz, bulutlardan yani yaratanın bakış açısı ile. Reha Erdem'in Gölgeler ve Suretler filminde de konu edildiği gibi; bazı nakkaşlar batı tarzı resme meylediyorlar ki bu bu zinhar yasak. E tabi gizli gizli yapılıyor, yasaklar ne zaman yasaklananları engelleyebilmiş ki ?

Orhan Pamuk da padişahın emriyle gizli gizli, her bir nakkaşa ayrı yerleri nakşettirilerek hazırlanan bir "resmi" anlatıyor. Nakkaşları birebir tanıtıyor, ancak nakkaşların hangisi ne özelliğe sahip diye sorsanız ben okurken dahi hayal meyal ayırdebiliyordum. Bu da bana kalırsa kitaptaki dram öğesinin zayıf olmasına, gerilim ve merak unsurlarının geride kalmasına sebebiyet veriyor. Ki polisiye tarzda bir romanı sonuna dek yaklaşmışken bile katili merak etmemek pek de takdir edilecek birşey olmasa gerek.

Nakkaşlık üzerinden uslup ve imza ile ilgili tartışmalar da kitapta okunmaya değer bulduğum bir noktaydı. Kitaptan alıntılamak gerekirse;
Kusur; olmaması gerekendir, sıradan ayrılandır, sırayı bozandır, aykırılıktır. Aykırı düşen, sıradışı olansa, aslında kendine özgü bir nitelik taşır. Bu kendine özgülük, diğerlerinden ayrışan bir üslubu da beraberinde getirir.
Nakkaşların kasıtlı olarak nakışlarına bir uslup katmamaları, imza atmamaları, hep geçmişte resmedilenleri devam ettirme geleneği, hatta nakşedilen eskiye ne kadar benzer ise o kadar başarılı bulunması gibi unsurlar, doğunun batıdan ayrıldığı noktalar hakkında düşünmeye itiyor okuyanı. 

Tabi bu kavramlar tartışılırken bol bol efsaneler, hikayeler okuyoruz. Bazısı metinle uyumlu şekilde keyifle okunurken, bir çoğu metinden ayrı duruyor ve okurken de keyif vermediği için zorlayabiliyor. Her soruya bir hikaye ile cevap veriliyor, her düşünce bir efsane ile anlatılıyor. Orhan Pamuk bir söyleşisinde bu kitabı yazarken nakkaşlıkla ilgili ne kadar kitap varsa okudum demiş. Hikayelerin çokluğu ve metin içindeki eğreti duruşları, yazar bütün bulduğu ilginç hikayeleri bir şekilde kitaba sığdırmaya çalışmış hissi veriyor.

Bütün bu görece sıkıcı ve yoğun içeriğe ek olarak arada bir nefes aldığımız aşk hikayemiz var bir de kitapta. Daha hafif ve eğlenceli bu bölümlerde birazcık ferahlıyoruz. 

Burada hikaye edilen ise bir çocukluk aşkı. Şeküre ile Kara'nın yarım kalmış aşkı. Çocukluklarında yaşadıkları safiyane duyguların üzerinden yıllar geçmiş, Şeküre bir kez evlenmiş, Kara ise yaban ellere gidip gelmiş ve orada kimbilir ne gönül işleri yaşamış. 

Kitapta oldukça fazla dilbigisi hatası var ki okuma zevki çok çok baltalıyor. Ekşi sözlükte bir yazar örneklerini bir güzel toplamış : şuradan bakabilirsiniz. Ekşi sözlükte başka yazarlar ise bunun aslında kasıtlı olduğunu iddia etseler de ben buna pek katılmıyorum. Bu derece zorlama, karışık, edebi zevkten uzak, kötü türkçe ile yazılmış cümlelerin kasti olarak yazılmış olabileceğini düşünmüyorum.

Kitabın Umberto Eco'nun Gülün Adı romanı ile karşılaştırması üzerine bir çalışmaya şuradan bakabilirsiniz. İlginç tespitler bulunuyor. 

Sonuç olarak kitap içerik olarak ilgi çekici konular barındırsa da bir okur olarak keyifle okuduğumu söyleyemem.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder